İlk Peygamber ve insan Hz. Adem Hayatı

Tasavvufta insan, Allah’ın halifesi olması dolayısıyla âlemin en değerli varlığı, cilâsı ve ruhudur. Sûfîlere göre çoğunlukla hadis olarak nakledilen “Ben gizli bir hazine idim, bilinmemi istedim, sevdim ve mahlûkatı yarattım.” sözü insanın yaratılış gayesini özetlemektedir. Allah’ı tanımaları için yaratılan mahlûkatın […]

Tasavvufta insan, Allah’ın halifesi olması dolayısıyla
âlemin en değerli varlığı, cilâsı ve ruhudur. Sûfîlere göre çoğunlukla
hadis olarak nakledilen “Ben gizli bir hazine idim,
bilinmemi istedim, sevdim ve mahlûkatı yarattım.” sözü
insanın yaratılış gayesini özetlemektedir. Allah’ı tanımaları
için yaratılan mahlûkatın en yücesi mârifetullaha erme kuvvetini
hâiz olan insandır. Allahu Teâlâ insanları kendisini bilmeleri
için yaratmıştır. Tasavvufta özellikle insanın değeri ve
dünyadaki konumu ile ilgili büyük önem atfedilen insanın
yaratılışı Kur’an-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:
Allahu Teâlâ meleklere, yeryüzünde yaşayacak bir halife
yaratacağını bildirir: “Ben, kurumuş balçıktan bir beşer/insan
yaratacağım. Onu düzenleyip içine ruhumdan üflediğim
zaman, onun için hemen secdeye kapanın (onun üstünlüğünü
kabul ederek saygı ile eğilin!)”
Melekler ise daha önceki tecrübelerine yahut Allahu
Teâlâ’nın kendilerine öğrettiklerine dayanarak “Bizler hamdinle
seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde
fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?”
sözleri ile şaşkınlıklarını ifâde ederler.
Allahu Teâlâ da onların hayretle sarf ettikleri itirazvârî bu sözleri üzerine: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” buyurarak
bu yaratmanın meleklerin o an için anlayamayacağı bir hikmete
binâen gerçekleşeceğini ima eder.
Allahu Teâlâ’nın meleklere ve cinlere Hz. Âdem’i yaratacağını
bildirmesi esas itibariyle onları denemek, imtihan etmek
gayesine matuftur. Zira Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’i yarattığında
meleklere ve cinlere: “Âdem’e secde edin (onun üstünlüğünü
kabullenin)” buyurur. İblis dışında herkes secde
eder. O ise yüz çevirir ve küstahça böbürlenerek büyüklük
taslar. Böylece kâfir oluverir.
Şeytanın şuursuz ve cahilce yaptığı bu davranışı karşısında
Allahu Teâlâ ona, “Söyle bakayım, ben sana ‘Âdem’in üstünlüğünü
kabul et!’ diye emrettiğim hâlde bu emre uymana
engel olan neydi?” diye sorar. İblis, “Ben ondan daha üstünüm.
Çünkü sen beni ateşten, onu topraktan yarattın. Ben
kurumuş balçıktan yarattığın insana secde edecek değilim”
der.
İblis’in bu sözleri üzerine Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
“Öyleyse, bulunduğun makamı derhal terk et! Büyüklenip
küstahlık etmek senin ne haddine! Çık git; artık sen alçağın
tekisin! Sen artık rahmetimden kovulmuş birisin. Kıyamete
kadar lanetim üstündedir.”
İblis, yaptığı bu saygısızlık ve nankörlük dolayısıyla
Allah’ın huzurundan ve cennetten kovulmuştur. Fakat bu
durumu gururuna yediremez ve “Rabbim!” der, “İnsanların
diriltilecekleri güne/kıyamet gününe kadar bana mühlet verir
misin?” Zira İblis, Hz. Âdem’i dikkatle incelemiş, onun
bir karnı olduğu, dolayısıyla nefsine hâkim olamayacak bir
iştaha sahip olduğunu görmüştü. İblis Hz. Âdem’i alt edebileceğini
fark ederek “Ben onu yenebilirim.” diye düşünmüş
ve rabbinden kendisine bir fırsat vermesini istemişti.
Allahu Teâlâ İblis’in bu isteği karşısında “Peki, sana istediğin mühlet verildi.” buyurdu. İblis ise “Mademki sen beni
Âdem vesilesiyle azdırdın, o halde ahdim olsun ki ben de
insanları doğru yoldan saptırmak için, senin gösterdiğin o
dosdoğru yol üzerinde pusu kurup bekleyeceğim. Sonra da
onların altlarından girip üstlerinden çıkacağım. Yeryüzündeki
bütün günahı ve kötülüğü cazip göstereceğim; onların
tümünü azdırmak için tüm gücümle uğraşacağım. İşte o zaman
sen de göreceksin ki onların çoğu sana şükretmeyecek,
seni tanımayacak.”
Allahu Teâlâ İblis’e cevaben: “Haydi, yerilmiş ve kovulmuş
olarak oradan çık! Andolsun ki ben de cehennemi sen
ve senin peşinden gidenlerle, topyekûn hepinizle dolduracağım.”
buyurur.
Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’i yarattığında ona eşyanın tüm
isimlerini öğreterek anlayıp kavrama, mantık yürütme, düşünme,
varlıkları isimlendirme, konuşma, öğrenme, öğretme
kabiliyetlerini ihsân eder. Böylece o diğer varlıklardan üstün
bir şekilde yaratılmış olur. Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’e öğrettiği
bu isimleri kendilerinin insandan daha değerli ve özel
olduğunu düşünen meleklere göstererek, “Eğer sorumluluk
üstlenme hususunda kendinizi Âdem’den daha layık görme
iddiasındasınız, bu varlıkların isimlerini bana bildirin!” buyurur.
Melekler, yanlış yaptıklarını anlayarak “Seni bütün eksikliklerden
uzak tutarız. Biz senin öğrettiğinden başka hiçbir
bilgiye sahip değiliz. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her
şeyi hikmetle yapan sensin” derler. Bunun üzerine Allahu
Teâlâ, meziyetlerini anlasınlar diye Hz. Âdem’e yönelerek:
“Ey Âdem! Meleklere bütün bu varlıkların isimlerini söyle.”
buyurur. Âdem (as) onların isimlerini meleklere anlatınca
Allahu Teâlâ: “Ben size, muhakkak semâvat ve arzda görülmeyenleri,
oralardaki sırları bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?”
buyurur.
Allahu Teâlâ Hz. Âdem’i eşi Hz. Havva ile birlikte cennete
yerleştirerek orada istedikleri zaman her yerde cennet nimetlerinden
yiyebileceklerini söyler. Fakat bir ağaca yaklaşmamaları
konusunda onları uyarır: “Eğer bu ağaçtan yerseniz
her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz!”
Allahu Teâlâ Hz. Âdem’i şeytanın oyunlarına karşı da
uyarır: “Ey Âdem! Hiç şüphesiz İblis senin ve eşinin düşmanıdır.
Sakın o sizi cennetten çıkarmasın. Ona uyup cennetten
kovulduğunuz takdirde perişan olursunuz. Oysa cennette aç
veya çıplak kalmak yoktur. Orada ne susuzluk çekersin, ne
de sıcaktan bunalırsın.” Ne var ki İblis, o vakte kadar farkında
olmadıkları cinselliklerini birbirlerine fark ettirmek için
Âdem (as) ve eşine vesvese verir. Onlara, “Ey Âdem! Sana
ebedîlik ağacını ve yok olmayan bir saltanatı göstereyim mi?
Bakın, rabbiniz size bu ağacı birer melek olmayasınız ya da
sonsuza dek yaşamayasınız diye yasakladı.” der ve “Ben size
iyiliğiniz için öğüt veren biriyim.” diye de yeminler eder.
Nihayetinde İblis onları aldatarak yasak ağaca yaklaşmalarını
sağlar. Âdem (as) ve hanımının yasak ağacın meyvesinden
tatmasıyla edep yerlerinin açılması bir olur. Yaptıkları
hatanın farkına varıp hiç vakit kaybetmeden ellerine
geçirdikleri yapraklarla edep yerlerini örtmeye çalışırlar. Bu
esnada rableri ise onlara şöyle seslenir: “Ben sizin o ağaca
yaklaşmanızı yasaklamamış mıydım; ‘Şeytan sizin amansız
düşmanınızdır’ diye sizi uyarmamış mıydım?!” Bunun üzerine
Âdem (as) rabbine karşı gelmiş olması dolayısıyla şaşıp
kalır.
Allahu Teâlâ Hz. Âdem ve eşine şöyle buyurur: “Birbirinize
düşman olarak cennetten inin. Sizin için yeryüzünde belli
bir süre barınak ve nasiplenme vardır. Siz artık orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine (kıyamet günü) oradan/
topraktan diriltileceksiniz. Artık benden size hidâyet geldiğinde,
kim benim hidâyetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht
olmaz. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun
sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak
haşredeceğiz.”
Böylece onların cennetteki meşakkatsiz yaşantıları son
bulmuş olur ve yeryüzüne indirilirler. Âdem ile hanımı “Ey
Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve
bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” diyerek
uzun bir müddet rabbine yalvarıp yakarır. Çok geçmeden,
Hz. Âdem’e (as) içinde bulunduğu bu hâlden çıkış yolunu
gösterecek birtakım bilgiler vahyolunur. Onlarla amel edip
rabbine yalvarması neticesinde Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’i
tövbesini kabul eder ve onu doğru yola iletir. Böylece Hz.
Âdem seçkin kullar zümresine dâhil olur.
Yüce Rabbimiz kıssanın sonunda mü’minlere şu uyarıda
bulunur: “(Ey Âdemoğulları!) Şeytan, ilk ana-babanıza edep
yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak onların
cennetten çıkarılmalarını sağladığı gibi sakın sizi de
aldatıp cennetten mahrum bırakmasın. (Bilin ki) şeytan ve
yandaşları sizi zaaflarınızdan ve zayıf yönlerinizden yakalarlar.
Biz, şeytanları imana gelmeyen kimselerin can dostları
yapmışızdır.” (el-Bakara 2/30-37; el-Hicr 15/14-30; el-A’râf
7/12-27; Tâhâ 20/117-124).
Âdem (as) kıssası tasavvufta çeşitli yönleri ile ele alınmıştır.
Üzerinde durulan konuların başında halife olması açısından
insanın mahlûkât içerisindeki konumu gelmektedir.
Sûfîlere göre insanın yeryüzünde halife olarak tayin edilmesi
insanı diğer varlıklardan üstün ve seçkin kılan en önemli vasfıdır.
Fakat bu görevi yerine getirmesi de onun insan-ı kâmil
mertebesine ulaşması ile doğrudan ilişkilidir. İnsan ahlâkî gelişim sürecinde nefsini terbiye edip zaaflarından uzaklaştığı
ölçüde kâmil bir insan olma yolunda adım atacak böylece
halifelik vazifesini yerine getirebilecektir.
İnsanı, mahlûkat arasında seçkin kılan vasıflardan birisi
de Hz. Âdem’e varlığın isimlerinin öğretilerek ilim bahşedilmiş
olmasıdır. O, bu yönüyle meleklerden üstün bir mertebeye
çıkmış, öğrendiği isimlerden onlara anlatması yönüyle
âdeta onların hocası olmuştur. Meleklerin ibadetlerinin çok
olması, Hz. Âdem’e üstün olmaları için yeterli gelmemiştir.
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (ez-Zümer, 39/9)
âyeti, ilim sahibini övdüğü gibi ilim elde etme potansiyeli
olan insanın diğer varlıklara olan üstünlüğüne de işâret etmektedir.
Bununla birlikte ilmin ancak fiiliyata döküldüğünde
kıymetli olacağı da unutulmamalıdır. Esâsında sûfîleri
diğer âlimlerden üstün kılan vasıf da bu değil midir? Sûfîler
hayatları boyunca ilim öğrenmenin yanında Allah’ın rızasını
arzulayarak ilimlerini hayata aktarmak sûretiyle irfân sahibi
olmuş, böylece toplum içerisinde seçkin bir hale gelmişlerdir.
Tarihte nice insanların unutulması karşısında Bahâeddin
Nakşibend, Abdülkadir Geylânî, Yûnus Emre, Mevlânâ ve
Ahmed Yesevî gibi sûfîlerin hâlen yâd edilmesi, onların bu
vasıflarının bir tezahürü olsa gerektir.
Hz. Âdem’in üstünlüğünü gören melekler ona saygı ile
secde etmişlerdir. Bazı sûfîlere göre Hz. Âdem’e secde edilmesi,
Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve hikmetinin hayret verici izlerinin
Hz. Âdem’in şahsında zuhur etmesi sebebiyledir. Zira
Hz. Âdem’in zâhirdeki varlığı, Allahu Teâlâ’nın hakikatteki
varlığını temsil etmektedir.
Öte yandan bir kısım sûfîlere göre Hz. Âdem’in topraktan
yaratılması, alçak gönüllü ve Allahu Teâlâ karşısında huşû
ve tevâzû sahibi olması ile doğrudan ilgili görülmektedir.
Buna mukabil şeytan kibirli bir varlıktır. Zira şeytan basit bir toprak parçasından yaratıldığı gerekçesiyle büyüklenerek
Hz. Âdem’i hakir görmüş, ona secde etmeyerek ilâhî emre
karşı gelmiş ve melekler gibi hayırlı bir topluluktan ayrılma
gafletinde bulunmuştur.
Oysaki küçük gördüğü Âdem (as) hilâfet sırrına mazhar
olmuş, bütün isimler kendisine öğretilmiş, kendisine ilâhî nefha
üfürülmüş ve Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarının tecellisine
istidatlı kılınmıştı. Şeytan onun bu özelliklerini göremeyip
yalnızca beşerî yapısını, bozgunculuk ve kan dökme gibi
hayvânî sıfatlarına odaklanmış, bundan dolayı kibirlenerek
ona secde etmeyi kabul etmemiştir. Kaynaklarda İblis’in şaşı
veya tek gözünün kör olduğuna işâret edilmesi de onun bu
özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Allahu Teâlâ’nın Hz. Âdem’e verdiği değeri kıskanan İblis
onu aldatarak rabbi karşısında hata işlemesine sebep olmuştur.
Zira bazı sûfîlere göre Allahu Teâlâ şeytanı, Allah’ın sevgili
kulları ile Allah’a âsî olan cehennemlikleri ayırmak için
bir imtihan vesilesi olarak yaratmıştır. Şeytan, Allah’a karşı
gelme konusunda insana yol gösteren olumsuz anlamda bir
rehber konumundadır. Sermayesi ise dünyadır. Ona uyan
günahkâr ve fâsıklar, dinleri karşılığında dünyalığı satın alırlar.
Buna mukabil zâhidler ise dünyalığa yüz çevirip Allah’ın
rızasını kazanmak için çabalarlar.
İnsan ancak şeytanın her türlü oyun ve aldatmalarına karşı
durabildiğinde hakiki anlamda halifelik makamına yükselebilecektir.
Bundan dolayıdır ki insanın yaratılış amacına
uygun hareket edebilmesi için Allah’ın emir ve yasaklarına
riâyet etmesi, nefsini terbiye etmesi, ahlâkını güzelleştirmesi
ve böylece Allah’ın razı olduğu bir kul olup insan-ı kâmil
derecesine yükselmesi gerekmektedir. Kulun bu yolda doğru
adımlar atabilmesi ise kâmil bir mürşidin rehberliği ile
mümkün olacaktır.

Önceki Gönderi
Tüm Duâları Kapsa...
1 0 3000 300 120 30 https://duarehberi.com.tr 960